.

   
  Action8D-Paylaşmak Güzeldir
  İstanbul
 
Küçük Saray

 

 
 
1299 yılından 1453 yılına gelindiğinde, Osmanlı beylerinin üç kıtaya yayılan büyük imparatorluğu gelişimi de ortaya çıkar. Bursa ilinden İstanbul'a ve Rumeli bölgesine, yani Bizans imparatorluğu'nun sonuna uzanan bir çizgidir bu. Bir devrin bitimi, bir başka devrin gelişme ve yükselme dönemine karşılık gelir. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nun 1453 yılında doruğa taşınan gücü de yaklaşık 4 yüzyıl sonra benzer bir inişi yaşayacaktır. Padişahlar, ünlü Topkapı Sarayı'ndan soğumuştur artık. İktidarın ortak istemeyen yapısı ve kanla yazılan defteri, bu sarayı kötü anılarla dolu bir yer haline getirmiş. Sahilsaraylarla küçük kaçış noktaları oluşturan saray halkı tam da bu dönemde Topkapı Sarayı'nda ikamet etmek istememiş. Özellikle III. Selim'in öldürülmesinden sonra padişah II. Mahmut yeni bir saray arayışına girmiş. Şüphesiz padişahlar da insan ve sıkılmak, üzülmek, soğumak gibi insani tepkileri olacaktır ama yeni bir saray arayışının salt kişisel ihtiyaçlarla oluşmadığı da bir gerçek. İşte bu değişiklik ihtiyacının sonucu, Dolmabahçe ve Beylerbeyi sarayları olmuş.


Bir iktidar simgesi
Sarayların iktidar simgesi olduğu düşünülürse, yeni bir saray arayışının anlamı da değişiyor. 4 yüzyıl gibi uzun bir süre Osmanlı iktidarını simgelemiş bir mekanın yerine başka bir şey koymak istemek, sonuçta çok ciddi bir girişim. Ancak bu değişim hemen gerçekleşmemiş. Önce, 1832 yılında tamamlanan Beylerbeyi Sahilsaray'ı inşa edilmiş ve burası, Topkapı Sarayı'nın yanı sıra, devlet yönetimi için kullanılan diğer önemli mekan olmuş. Ahşap olarak inşa edilen ve kısa bir süre sonra yanan bu sarayı Fransız edebiyatçı Lamartine şöyle tarif ediyor: "Altın ve mermer altında nice alemlerin, nice dehşetlerin saklanmış olduğu bu sarayın önünden yavaş yavaş geçtim. Padişah, sahildeki köşklerden birinde bir kanepe üzerinde oturuyordu. Avrupalı giysilerimiz dikkatini çektiği için Sultan, Ahmet Paşa'ya parmağıyla bizi işaret etti. Ben padişaha alaturka bir selam verdim, selamıma nazikçe karşılıkta bulundu. Sarayın açık olan pencerelerinden bu görkemli ve zarif binanın zengin iç süslemesinin parıltıları görülüyordu."

Ardından gelen Sultan Abdülaziz'in de sarayda bulunduğu sırada çıkan yangın, yapıyı büyük ölçüde harap eder. Bunu uğursuzluk sayan sultan sarayı yıktırır. Böylece, adeta küçük Dolmabahçe Sarayı diyebileceğimiz yeni bir saray inşa edilir; bugün Beylerbeyi semtinin en görkemli yapısı olan Beylerbeyi Sarayı. Tıpkı Dolmabahçe Sarayı gibi, Beylerbeyi Sarayı'nın mimarı da Balyan Ailesidir.

Beylerbeyi ve Dolmabahçe saraylarının yapılması da mimari yaklaşımı, bezemeleri, dekorasyonu ve saraya armağan edilen ya da satın alınan eşyalar da yaklaşan Batı etkisini belirgin biçimde hissettiriyor. Topkapı Sarayı'nda sözgelimi masa, koltuk, yağlıboya tablo gibi eşyalara rastlanamazken bu iki sarayda bunlardan bolca görmek mümkündür. Yine aynı dönemlerde, saray mensubu kadınların Batılı terziler getirterek tıpkı onlar gibi giyinmeye özen gösterdiği de biliniyor.

24 oda ve 6 büyük salondan oluşan iç mekan, Türk evi planına göre düzenlenmiş. Harem ve Mabeyn olarak iki ana bölüme ayrılmış olan saray, oldukça geniş bir yeşil alan içinde yer alıyor. Her iki ana bölümün bahçelerinde birer deniz köşkü var. Mabeyn bahçesinde, dönemin heykeltraşlarından P. Bouillard'ın yaptığı iki kaplan figürü ve yine Mabeyn kapısında iki aslan figürü var. Aynı heykeltraş, Harem bahçesi için bronz döküm geyikleri uygun bulmuş. Sultan Abdülaziz'in denizciliğe çok önem verdiği ve onun döneminde Osmanlı donanmasının dünyanın en büyük donanması olduğu düşünülürse, özellikle tavan bezemelerindeki deniz konuları daha anlaşılır hale gelecektir. İç mekandaki eşyaların birçoğu Avrupa'dan satın alınmış. Görkemli avizeler Bohemia'dan, aydınlatma konusunda ciddi bir işlevi olan dev aynalar ise Fransa'dan getirtilmiş. Mabeyn ve Harem, Havuzlu Salon'la birbirinden ayrılıyor. Bu salon gerçekten çok ilgi çekici. Gerçi havuz boş ama biraz hayal gücüyle, burasının aslında bir toplu oturma bölümü olduğu, fıskiyelerden dökülen suyun sesinin nasıl bir terapi sağladığı, servis yapan hizmetliler, dışardan gelen kuş sesleri...

En ilginç olanı da salonun en hakim kısmına yerleştirilmiş olan Sultan Abdülaziz'in atının sırtındaki heykeli. Sarayın geniş bahçesinde bulunan Sarı Köşk, Mermer Köşk ve Hasahır da görülmesi gereken yapılar. Yine, Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesinde de çok görülen manolya ağaçları, özellikle açtığı dönemlerde, baygın kokusuyla saraya romantik ama biraz da melankolik bir hava veriyor.


24 numaralı oda
Dünyanın da Osmanlı devletinin de düzeni değişmekte olduğu için yeni dengelerin kurulmaya başladığı dönem de yine aynı. Sultan Abdülaziz, 1867 yılında Fransa'da düzenlenen bir sergiye davet edilir. Abdülaziz bu davete gider ve bu, Osmanlı tarihinde bir ilktir. Abdülaziz'i İmparator III. Napolyon karşılar ve Tuilleries Sarayı'na götürür. Abdülaziz, İmparatoriçe Eugénie ile de burada tanışır. Bu tanışmanın önemi, İmparatoriçe'nin Beylerbeyi Sarayı'nda ağırlanan ilk yabancı konuk olmasıdır.

İmparatoriçe iki yıl sonra İstanbul'a gelir ve kendisine Beylerbeyi Sarayı tahsis edilir. Kendi gezisi sırasında Batı'nın kültür ve sanatını, geleneklerini inceleme fırsatı bulan Abdülaziz, İmparatoriçe'yi gereğince ağırlamak için çok özel hazırlıklara girişmiş. Sözgelimi aşçılar ve şekerlemeciler Fransa'dan getirtilmiş, Sofracıbaşı Marko Paris'e gitmiş, İmparatoriçe için gerekli araştırmaları yapmış; mutfak görevlileri için terzi Lori'ye kırk takım elbise diktirilmiş; İmparatoriçe için 21 çift terlik alınmış vs. 24 numaralı odada kalan İmparatoriçe İstanbul'u ve sarayı çok sevmiş. Nedeni tam olarak bilinmemekle beraber, tam 41 yıl sonra, kendisi 85 yaşındayken İstanbul'a yine gelmiş ve dönemin sultanından alınan özel izinle Beylerbeyi Sarayı'nı tekrar gezmiş.


Son padişah
1909 yılına gelindiğinde, bir dönemin sonu da gelmiştir artık. II. Abdülhamid, 1912 yılından itibaren koskoca bir imparatorluk için çok kısa ama bir insan ömrü ve bir padişah için uzun sayılabilecek bir dönemi, sürgün olarak bu sarayda geçirir. Kızı Ayşe Osmanoğlu'nun aktardığı şu anekdot durumu incelikle özetliyor: "Babam rıhtıma çıkıp da sarayın Mabeyn Dairesi tarafındaki kapıya doğru yürüyünce, orada duran nöbetçi asker 'Yasak' diye bağırmış. Babam da 'Düşünemedim' diyerek Harem tarafındaki Valide Kapısı'na dönmüş, içeri girmiş." Padişah, annesinin de ölmüş olduğu odayı kendine ayırır ve 1918 yılındaki ölümüne kadar da orada yaşar. Yazlık saray olarak yapıldığı için herhangi bir ısıtma sistemi düşünülmeyen sarayın özellikle kışın soğuk olan büyük salonlarını, imparatorluğun sonunu, biten ihtişamı, gözden düşmeyi ve yalnızlığı düşünürsek, III. Selim gibi vahşice öldürülmediğini ama ölümü hüzünle beklediğini tahmin edebiliriz.

Fransız imparatoriçesini getiren Aigle vapurunun demirlediği Beylerbeyi sahili saraya bambaşka bir açıdan bakmak için iyi bir olanaktır. Sarayın rıhtımı sessiz ve yalnız görünür insana. Ağır perdelerle kaplı onca pencere, duvarlar arkasındaki cennet bahçesi, bahçedeki heykeller, deniz köşkleri, mobilyalar... Hepsi hüzünlü tanıklardır.


Aklınızda bulunsun...
* Saray, pazartesi ve perşembe günleri hariç haftanın her günü 09.30-17.00 arası açık. Giriş ücreti 3milyon 500 bin TL. Çayırbaşı Durağı, Beylerbeyi. Tel: 0216-321 93 20.
* Sarayın serinliği yazın çok sıcak günlerinde ferahlatıcı olabilir ama siz yine de yanınızda kalın bir şeyler bulundurun.
* Bahçede bulunan Deniz Köşkü'nün ön kısmında bir cafe de var. Bu tarihi atmosferde ve bakımlı bahçede bir şeyler içmek keyifli olabilir.
* Ziyaretçiler, saray görevlileri tarafından rehber eşliğinde gezdiriliyor.

İHLAMUR KASRI
Sultanların hasbahçesi

 


Sancak teslim törenleri, ok atışları, horoz ve koç dövüşlerinin hatta güreşlerin yapıldığı, birçok padişaha, yabancı konuğa ev sahipliği yapan Ilhamur Kasrı Ihlamur'a inerken binaların arasından tıpkı bir yüzük taşı gibi çıkıyor karşınıza. Burada güzel bir sabah kalvaltısıyla güne başlayabilirsiniz ya da isterseniz bahçe içinde bulunan yürüyüş parkurunda birkaç tur atarak tarih içinde gezinirsiniz. Ben de bir sabah kendimi bu kasırda buldum. Merasim Köşkü'nün merdivenlerini çıkarken kendimi hanedandan biri gibi hissettim. Kasrın içinde yer alan vadi, batıda Teşvikiye-Nişantaşı sırtlarına, doğuda Balmumcu-Mecidiyeköy yamaçlarına dayanıyor. Bu vadide eskiden yer alan mesire yerine Ihlamuraltı Mesiresi denirmiş.
Günümüzde Ihlamur Kasrı ve içinde bulunduğu bahçenin ilk giriş bölümünde Batı tarzı dikkati çekiyor. Burada yine Batı tarzında dekore edilmiş Merasim Köşkü de bulunuyor. Bahçenin diğer bölümü ise doğu tarzında tasarlanmış. Bahçede ilk göze çarpan şey, hayvan figürlü havuz. Havuzun hemen kenarlarında yer alan kış manolyaları çiçeklerini dökmüş, sırasını yaz manolyalarına bırakmış. Bahçede dikkat çeken diğer ağaçlar ise, Uzakdoğu kökenli Ginko globo ağaçları. Ağacın yelpaze şeklinde olan ve çayı yapılan yapraklarının, kanın sulanması ve alzheimer hastalığının tedavisinde kullanıldığı da söyleniyor. O dönemlerde ahırların bulunduğu alan şimdi personel lojmanı olarak kullanılıyor. Ayrıca burada çocukların güzel sanatlardaki becerilerini geliştiren resim, heykel ve tiyatro çalışmalarını sürdürdükleri bir mekan da yer alıyor. Böylece bir anlamda müze-sanat ilişkisi de kurulmuş oluyor.


Hacı Hüseyin Bağları
Ihlamur Kasrı'nın şimdi bulunduğu alan 1700'lü yıllarda Hacı Hüseyin Bağları olarak anılırmış. Mesire alanı olarak kullanılan bu bağlar Beşiktaş sahil saraylarına (Çırağan Sarayı) çok yakın, etrafı yeşilliklerle kaplı bir vadi olarak biliniyor. La Martine buranın sessizliğini, ''çimenlerin üstüne yaprak düşse duyulur'' şeklinde vurgulamış. Belki de bu sessizlik yüzünden, Sultan Abdülmecid kasrı 1849 yılında yaptırmaya başlamış. 1855 yılında biten binanın yapım dönemi Dolmabahçe Sarayı ile aynı zamana dek geliyor.

Ihlamur Kasrı törenler için kullanılan Merasim Köşkü ve padişahın maiyeti ile kimi zaman da haremi tarafından kullanılan Maiyet Köşkü'nden oluşuyor. Nikoğos Balyan'nın yaptığı köşklerin iç süslemelerinde; Osmanlı sanatında 19. yüzyılda tercih edilen motifler ve kalem işleri görülüyor. Merasim Köşkü'nün ön cephesi barok çizgiler taşıyan merdiveni, ilginç ve hareketli kabartmalarıyla çok çarpıcı. Şimdi içeri girelim.

Merasim Köşkü, yükseltilmiş bodrum üzerine tek kat olarak konumlanıyor. Bina saray eşrafına göre çok küçük bir alan olarak tasvir ediliyor. Giriş salonu ve etrafında 2 odadan oluşan binaya Türk zevkinin Batı tarzıyla buluştuğu bir mekan da diyebiliriz. Günü birlik kullanılan köşkte yatak odası, banyo ve mutfak yok. Girişte sizi büyük aynalar karşılıyor. Bu salonun adı 'aynalı salon' olarak da anılıyor. Duvarlarda ve tavanda dönemin kalem işini yansıtan motifler hemen dikkat çekiyor. Motiflerin etrafı altın varaklarla kabartılarak zenginleştirilmiş. Sağ ve sol aynalara baktığınızda sonsuz bir tünelin içinde görebilirsiniz kendinizi. Aynalar hem mekanda yansımayı öldürmesi ve daha fazla ışık için, hem de salona zengin bir görünüm kazandırması için kullanılmış. Ihlamur Kasrı duvarlarında dikkatimizi çeken bir diğer süsleme de şutuklar. Adeta bir mermer görünümü veren bu panolar alçı, boya ve yapıştırıcı karışımından oluşuyor. Uzun yıllar özelliğini koruyan bu duvarların tekrarı ve restarosyonu bize söylendiğine göre çok zor.


 
Müzik aletsiz müzik odası
Müzik odasındaki tavan işlemeleri ise, çapraz tonoz denilen bir teknik kullanılarak yapılmış. Bu yöntem akustik için çok elverişli olduğundan Batı'da mabetlerde kullanılmış. Bu odanın duvarları tamamen şutuk. Mobilyalara bakarsanız müzik aletlerini andırdığını fark edersiniz. Müzik odası deniliyor ama bu odada bir müzik aleti görmeniz mümkün değil. Fakat Dolmabahçe Sarayı'nda buraya kayıtlı bir piyano bulunduğunu söylüyor rehberimiz.
İngiltere'den özel olarak getirtilen şöminelerin üzerinde dönemin aydınlatma sistemi olan gaz lambaları ve Fransız Sèvres porselen vazolar dikkat çeken objeler arasında. Odalardaki avizeler orijinal. Giriş salonunda bulunan avize ise toplama olarak biliniyor. Kasır'da bir diğer ilgi çekici yer ise tuvalet. O dönem düşünüldüğünde, içerde bir tuvalet olması insanı şaşırtıyor. Aynen günümüz şartlarına uygun olarak tasarlanmış tuvalet tek parça mermerden ve en ilginç tarafı da aşağı yukarı günümüze benzeyen bir kanalizasyon bağlantısına sahip olması.
Gelelim köşkün en görkemli odasına, yani 'merasim odasına'. İlk bakışta buranın çok özel ve bir padişaha yakışır görkemde bir yer olduğu hissediliyor. Tavana baktığınızda son derece görkemli bezemeler görebilirsiniz. Bu bezemeler karmaşık gelebilir, hatta algılaması bile zordur. Ancak bu gibi yapılarda eklektik bir tarz kullanıldığını unutmamak lazım. Sultan Abdülaziz döneminde sancak devir törenlerinin de burada yapıldığı söyleniyor.
Ihlamur Kasrı için bir iki not daha: Sultan Abdülmecid'in genç yaşta ölmesinin ardından, Abdülaziz ağabeyinin sevdiği bu kasra ve çevresine fazla önem vermemiş. Meraklı olduğu horoz ve koç dövüşleri bazen bu bahçede yapılırmış. Sultan Mehmed Reşad'ın da zaman zaman kullandığı kasırda, İstanbul'u ziyaret eden Bulgar ve Sırp kralları, şimdi café olarak hizmet veren Maiyet Köşkü'nde ağırlanmış. Bu köşk Merasim Köşkü'nden daha gösterişsiz.

YEREBATAN SARNICI
Medusalar ve gözyaşı

 

 
Üstelik de sıcak bir gündeyseniz ve Topkapı Sarayı, Mozaik Müzesi, Ayasofya derken başınız hafiften dönmeye başlamışsa, Yerebatan Sarayı sizi kurtaracaktır. Merdivenlerden inmeye başladığınızda önce nemli bir serinlikle karşılanırsınız. Henüz tam olarak manzaraya hâkim değilsinizdir. Hafiften bir ney sesiyle birlikte aşağı indikçe, bir sarnıca neden saray dendiğini de anlamaya başlarsınız. Serin, sakin, ve huzurlu bir sütun ormanının içine dalarsınız. Gözyaşı Sütunu ve Medusalar da oradadır.


Kuşatma altında
Tüfeğin icat olmadığı zamanlarda, en belirgin savaş taktiklerinden biri de düşmanı kuşatma altına alıp, temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelinceye kadar beklemek ve canından bezdirmekmiş. Bu hem psikolojik bir savaş yöntemi hem de güçten düşürme taktiği olarak son derece geçerli bir yöntem görünüyor. İşte Roma ve Bizans imparatorları da bu duruma karşı bir önlem olarak şehrin çeşitli yerlerine büyük sarnıçlar yapmışlar. Bazilika Sarnıcı yani Yerebatan Sarayı da bunların en büyüğü. Yaşı aşağı yukarı Ayasofya ile aynı. Sarnıçta, bağlanan kemerler sayesinde, 19 kilometre uzaklıktaki Belgrad Ormanları'ndan gelen su depolanıyordu ve yaklaşık 80 bin mekreküplük bir depolama kapasitesine sahip. Bir rivayete göre, sarnıcın yapımında yaklaşık 7 bin köle çalıştırılmış.

Uzunluğu 140, genişliği 70 metrelik diktörtgen biçimde bir alanı kapsayan dev bir yapı bu. 52 basamaklı taş bir merdivenle iniliyor. İçerde, her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun var ve birbirine 4.80 metre aralıklarla yerleştirilmiş. Her sırada 28 tane olmak üzere, toplam 12 sıra oluşturuyorlar. Sütunlardan 98 tanesi Corinth tarzında, bir bölümü de Dor üslübunu yansıtıyor. Sütunların bu sarnıç için yapıldığını sanmayın. Hemen hepsi eski yapılardan toplanıp buraya yerleştirilmiş. Bir bakıma, Hıristiyanlığın yer altına indirdiği paganizm parçaları da diyebiliriz. Sarnıcın tuğladan örülmüş 4.80 metre kalınlığındaki duvarları ve tuğla döşeli zemini, Horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanarak su geçmez hale getirilmiş.

Bizans döneminde imparotorların ikamet ettiği büyük sarayın ve bölgenin su ihtiyacını karşılayan Yerebatan Sarnıcı, İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethinden sonra pek kullanılmamış. Bunun nedeni Osmanlıların hem kuşatma tehlikesi yaşamamaları hem de durgun sudan hoşlanmamaları. Burada evi olanlar bodrumlarından aşağı kova sarkıtıp su çekiyor hatta balık avlıyorlarmış. Sarnıç tekrar keşfedildikten sonra bu kez Topkapı Sarayı'nın bahçelerini sulamak için kullanılmış.


Koruyucu Medusa!
Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı göreceksiniz. Bu oldukça büyük ve ağır parçalar Roma dönemine ait. Araştırmacılar arasında Medusa heykellerinin, sarnıcın inşasında salt sütun kaidesi olarak ihtiyaç duyulduğu için kullanıldığı görüşü yaygın. Bilim rivayetlere pek aldırmamış ve bu parçaların işlevselliği üzerinde durmuş. Oysa Medusa konusunda rivayet muhtelif... Yunan Mitolojisinde Medusa, yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgonadan biri. Üç kız kardeşten yalnızca yılan başlı Medusa ölümlüdür. Ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yerleri ve önemli yapıları kötülüklerden korumak için Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu, Medusa'nın da bu nedenle sarnıçta olduğu sanılıyor. Bir başka rivayete göre ise Medusa bazen Perseus'un kılıcında bazen de aynaya baktığında kendini görür ve böylece kendi kendini taşa çevirir. Bu nedenle bazen düz, bazen ters, bazen de yan yatmış biçimde kullanılmış.
Edmando De Amicis, 'Costantinapoli' adlı kitabında Yerebatan Sarnıcı'nın o dönemdeki atmosferini şöyle anlatıyor: "Bir müslüman evinin avlusuna giriyor, karanlık ve rutubetli bir merdivenin son basamağına kadar iniyor ve kendimi İstanbul halkına göre nasıl bittiği bilinmeyen Bizans'ın büyük Basilika Sarnıcı'nın kubbeleri altında bulunuyorum. Karanlığın verdiği dehşeti daha da artıran çivit renkli bir ışıkla yer yer aydınlanmış; yeşilimsi sular, kara kubbelerin altında kayboluyor, üzerinden sular sızan duvarlar parlıyor ve her tarafta, budanmış bir ormandaki ağaç gövdeleri gibi gözün önüne dikilen bitmez tükenmez sütun sıralarını belli belirsiz ortaya çıkarıyor." 

Sultanahmet Camii

SULTANAHMET CAMİİ

   17.Yüzyılın iki önemli eserinden biri olan Sultanahmet Camii, Sinan’dan sonra Türk mimarlığının meşalesini ele alan Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa’nın ellerinde yükselirken Sinan’ın Şehzade Camii, göz önünde tutulmuş, ancak onun şeması çok ileriye götürülmüştür.

   Bilindiği gibi caminin banisi Sultan I.Ahmet genç yaşta, henüz 14 yaşında iken Osmanlı tahtına 14.hükümdar olarak oturmuş ve 14 yıl saltanat sürdükten sonra 1617 de vefat etmiştir.

   Zitvatorok barış anlaşması bölgeye ve Osmanlıya bir rahatlama dönemi açıp devletinin prestijini tekrar perçinleyince Allah’a bir teşekkür belgesi olmak üzere taht şehrinde o zamana kadar görülmemiş güzellikte bir mabed yükseltmeyi aklına koyar. Baş motifi ve tutkusu, kulluğunu kanıtlayabilmek üzere, o zamana kadar yapılmış olan camilerin en büyüğünü ve en güzelini yapmak ve özellikle de Ayasofya'yı geçmek buna birde nam-u şanını kıyamete kadar yaşatacak bir eser bırakma ihtirası hiç çekinmeden eklenebilir.

   Sultan I.Ahmet’in dindar bir padişah olduğu bütün kaynaklarda ittifakla belirtilmiştir. XVII. Yüzyılın başlarına gelindiğinde İstanbul’un belli başlı tepeleri, her biri bir padişah ismi taşıyan cami ve külliye binaları ile tutulmuştu. Bununla birlikte Sultan Ahmet, büyük istimlâk paraları ödemek ve birçok ünlü vezir ve paşa sarayı yıkmak pahasına rabbine ulu bir mabed inşa ettirmeyi samimi inancının bir vecibesi olarak telakki ediyordu.

   Mimar Mehmet Ağa 1569 -1570 de sarayın sedefkârlık ve mimarlık bölümüne dâhil olduktan sonra önünde yepyeni bir yol açılır ve tam 21 yıl dahi Koca Mimar Sinan ağaya çıraklık ve kalfalık eder. Koca Sinan’ın vefatından sonra baş mimarlığa geçer. Artık Mehmet ağaya imparatorluk yolları açılır, koca devletin hangi köşesinden gelirse gelsin tüm milletler ve cemaatlerinin bütün yetenekli çocuklarını bünyesinde eriten imparatorluğun geniş topraklarında olanca hazinelerini ve nimetlerini sergileyen düzeni içinde sedefkârlığı ve mimarlığı yanında devletin çeşitli birimlerinde görev alır. Mimarbaşı olduktan sonra ilk işi Kâbe’nin onarılması ve ünlü altın oluklarının konulmasıdır.

   At meydanının (hipodrom) kıble yönünde bulunan Ayşe Sultan sarayı denize bakıyordu, alanı çok geniş ve Topkapı sarayına yakındı, çevresi de fazla meskûn değildi. Padişah tarafından bu yer uygun görüldü. Adı geçen Ayşe Sultana otuz bin halis ayarlı altın gönderdi, o da gönül hoşluğu ile mülkünü tapuda hemen hünkâra devretti. Sıra caminin temelinin kazılmasına geldiğinde bunun için Osmanlı usulü büyük bir tören düzenlendi. 1018 yılı recep ayının 9.perşembe günü. (Bugünkü takvimle 1609 yılı olduğu kesinde ayı yaklaşık olarak ekim başı oluyor) Devlet erkânı yıkımlarla açılan boşluk arazide toplandılar. Evliya Çelebiye göre, caminin temel imamı Evliya efendi, temel şeyhi Mahmud efendi (Aziz Mahmud Hudai), temel kadısı Kara Sümbül Ali efendi, mutemedi Kalender Paşa, temel nazırı Kemankeş Ali Paşa’dır. Temeline ilk kazmayı bizzat Sultan Ahmet Han vurdu. Bu kazma bugün Topkapı Sarayı müzesindedir. Temel kazmaya başlanınca ilk önce Sultan Ahmet Han eteğiyle toprak taşıyarak ''Ya Rab Ahmet kulunun hizmetidir...''diye dua etmişti. Caminin tamamlanması ise 1026 hicri yılı Cuma Del-ahiresi ayının 4.günü bugünkü takvimle 9 Haziran 1617 etmektedir. Böylece inşaat 7 yıl 5 ay 6 gün sürmüş oluyordu.

   Cami, medrese, daru-l kurra, sıbyan mektebi, arasta, hamam, imaret, darü’ş-şifa ve türbeden oluşan külliyenin merkez yapısı olup bir dış avluyla çevrelenmiştir. Camii duvarları ile sınırlanan ibadet alanı biçim olarak kareye yakın bir dikdörtgendir.53.50x49.47 metrekaredir Sultanahmet caminin içi dört yapraklı yonca planına sahiptir. Monotonluğu gidermek amacıyla güney tarafın dışında dört yana galeriler yapılmıştır. Kıble duvarı bu nedenle diğerlerine ters düşer. Tamamen dışta kalan payele mukabil olarak girintileri yoktur. Diğer yanlarda üçer adet olan eksedralar güney tarafta ortadakinin zorunlu olarak kaldırılması nedeniyle sadece iki tanedir. Dört fil ayağı çok etkilidir. Son derece büyük olmalarına rağmen mermer kaideleri çok sayıda dış bükeyli profile sahiptir. Üst kesimde ayağı bezemeli kısmından alt kısmı ayıran yazıtlı bir bant yer alır. Boyutları kubbenin oranlarını bozar, çünkü kubbe 43 metre yüksekliği ve 23,5 m çapı ile nispeten mütevazı ölçülere sahiptir. Bu ölçüler Mehmet ağanın bir mühendis olarak kabiliyetini gösterir. Caminin içi çok mahirane yerleştirilen 260 pencere sayesinde ferah bir havaya bürünmüştür. Pencerelerin yerleştiriliş şeklinden dolayı büyük kubbe sanki havada asılı gibi durmaktadır. Pencereler ilk yapılışta çiçek motifleri ile bezeli vitraylarla örtülüydü yani düz pencere camı yoktu ve bu renkli cam işlemeciliği en üst kalitede idi. Bu özelliği mabedi o tarihlerde gezmiş olan bütün yabancı gezginler fark etmişler ve penceredeki bu renk oyunu buluşuna ve onu uygulama kusursuzluğuna hayran kalmışlardır.

   Bilindiği gibi, batılılar bu camiye mavi cami anlamında “Blue Mosque” demektedirler. Bu cami, emsallerinin hiçbirinde olmadığı kadar aydınlık ve ferahtır. Üç sıra halinde duvarlarda, yarım, merkezi ve köşe kubbelerin kasnaklarında açılmış sayısız pencereden ışık alan caminin, duvarlarını kaplayan çini ve kalem işi süslemelerindeki hakim renk olan mavi, camiye bu ismin verilmesinde neden olmuştur.

   İznik ve Kütahya atölyelerinin 16.yy sonu ve 17.yy başı ürünleri olarak tarihlere çinilerde zengin bir göz çeşitlemesi göze çarpmaktadır. Kare parçalarda beyaz, dikdörtgen biçimli bordür çinilerde lacivert çini üzerine işlenen asma dalı enginar, erik, narçiçekleri, karanfil, nane, madalyonvari çiçek grupları, menekşe, mine, sümbül ve yaseminler, üzüm salkımları, ağaç ve yapraklarda firuze, gri, kahverengi, kırmızı, mercan ve mühür lacivert mavi mor siyah yeşil gibi renklerin tonları kullanılmıştır. Camii ile ilgili kayıtlara göre 21043 adet çini kullanılmıştır.

   Çini kaplamadan itibaren devreye kalem işleri girer. Duvar satıhları, kemer yüzleri ve kubbe içleri yazının refakatiyle kalem işleriyle zengince süslenmiştir. Bunlarda da çiçek ve yaprak motifleri kompozisyonların ana elemanıdır. Dönemine ait yazıların Hattat Kasım Gubari’ye ait olduğu kabul edilir.

   Sultanahmet Caminin mihrabı, minberi,hünkâr mahfeli de ayrı birer sanat yapıtıdır.İçi çiçek dolu motifli çinilerle kaplı olan mihrabı mermerden yapılmış üzerinde servi motifleri bulunan sütuncuklarla bezenmiştir. Geometrik geçmeli ve kabartmalı olan minber altın yaldızlıdır. Altın yaldızlı çinilerin sedef kakmalı kapısı ve ince duvar işlemesiyle hünkâr mahfeli bir başyapıttır. İlki bu camide yapılan hünkâr kasrı daha evvel cami dâhilinde, padişahın namaz kılması için yapılan hünkâr mahfiline ilk defa bu camide, namaz öncesi ve sonrasında padişahın istirahat etmesi maksadıyla bir köşk ilave edilmiştir. Sonraları benimsenerek birçok sultan camisinde uygulanan bu köşk, cami içindeki hünkâr mahfiline kolayca geçilebilecek köşelerde veya caminin ön cephesinde inşa edilmiştir.

   Caminin mermer döşemeli iç avlusu 26 sütunun üzerine oturtulmuş 30 kubbeyle örtülü revakla çevrilidir.Avlunun ortasında altı sütunlu şadırvan vardır.Şadırvan sütunları karanfil ve lale motifleri ile bezenmiştir. Süleymaniye Camisi avlusundaki gibi, abdest almak için değil fıskiyeli bir havuz mahiyetinde olup şadırvan geleneğini sürdüren bir elemandır. Hünkâr mahfelinin pencereleri üzerindeki camgöbeği çinilerin güzelliğini üzerlerini altın yaldızla yazılan gayet nefis bir celi sülüs ayet son derece yükseltmektedir. Şimdiye kadar bu kitabeye başka bir yerde tesadüf edilmemiştir.

   Altı minaresi olan yegâne camidir. Minarelerin dördü üçer ikisi’ de ikişer şerefelidir. Bu caminin inşasından evvel altı minareli camii yalnız Mekke Camii olduğu için şerefini muhafaza etmek üzere Mekke camiine yedinci olarak bir minare ilave edilmiştir. Minarelerin 16 şerefeli olması muhtemelen I.Ahmet'in kaçıncı padişah olduğunu gösterir.***I.Ahmet 14'üncü padişah olduğu halde şerefelerinin sayısı 16 ise de Yıldırım Beyazıt’ın oğulları Emir Süleyman ve Musa Çelebi de padişahlar arasına katılmıştır.***Sultan Ahmet'in altın minareli bir camii yaptırmak istediği konusundaki rivayetler gerçek dışıdır.4 Minarenin külahlarının altın kaplanmış olması halk arasında bu tür hikayelerin çıkarılmasını etkilemiş olabilir.

   Sultan Ahmet Camii, büyüklükte yücelişin, zarafetle ihtişamın, imanla samimiyetin bütünleşip kaynaştığı ulu bir mabeddir. Onun alçak gönüllü ve dindar banisi caminin tamamlanmasından kısa bir süre sonra, külliye binaları tamamlanmadan vefat ederek caminin dış avlusunun kuzeydoğu köşesinde yaptırılan türbede yatmaktadır.


   KIZ KULESİ



 

 

 
KızkulesiBoğaz girişindeki kayalık üzerine kurulmuş küçük, şirin bir kuledir. İstanbul’un sembollerinden birisidir. Tarih içinde gözetleme kulesi, deniz feneri olarak kullanılmış, Boğaz girişini belirten bir mihenk noktasıdır. Geçen yy.daki görüntüsünü koruyan kule turizme tahsis edilmiş lokanta ve seyir balkonu ile servis vermektedir. Suların, karasevdanın ve söylencelerin gizemini taşıyan Kız Kulesi, istanbul'un en romantik ve gizemli mekanlarından biri. Alımlı, sevdalı ve denizin ortasında bir başına, yapayalnız... Kendi kendine yeten bir tarihe sahip olan mekan, yüzyıllardır anlatılan efsaneleriyle de bir ilgi odağı. Kızkulesi ile ilgili anlatılan ilk hikaye; Ovidius'un kaydettiği bir aşk hikayesi. Zamanında Üsküdar sırtlarında Tarnıça Afrodit adına bir tapınak vardır. Hero'da genç kızların görev yaptığı bu tapınağın rahibelerindendir.
 
Kulede kumrulara bakmakla görevlidir. Aşka yasaklıdır. Her ilkbaharda doğanın uyanışı adına tapınak çevresinde törenler yapılır, çevre şehirlerden insanlar akın akın tapınağın çevresine gelir, yenilir içilir, aşkı bulamayanlar Afrodit'e ma­bedinde yakararak aşkı yaşayabilmek için yakarırlar. Bo­ğazın karşı kıyısında oturan Leandros'ta bu törene katılmak için tapınağa geldiğinde Hero'yla karşılaşır. Birbirine aşık olan iki genç, Leandros'un gece kuleye gelmesi ile aşklarını kutsarlar. Kızkulesi her gece iki gencin gizli aşkına tanıklık eder. Leandros'un yüzerek kuleye geldiği fırtınalı bir günde kıskanç bir rahip feneri söndürür. Karanlıkta yolunu kaybeden Leandros boğazın sularına gömülür. Sevgilisinin öldüğünü gören Hero da kendini Kızkulesi'nden Boğazın sularına bırakır.
 
Kuleyle ilgili söylencelerden biri de Kleopatra'nın sonuna benzer bir sonun anlatıldığı yılan hikayesidir. Kehanete göre kralın birine, çok sevdiği kızı onsekiz yaşına geldiğinde bir yılan tarafından sokularak öleceği söylenir.Bunun üzerine kral denizin ortasındaki bu kuleyi onararak kızını buraya yerleştirir. Kaderin kaçınılmazlığını kanıtlarcasına, kuleye gönderilen üzüm sepetinden çıkan bir yılan, prensesi zehirler. Kral, kızına demirden bir tabut yaptırarak Ayasofya'nın giriş kapısının üstüne yerleştirir. Bugün bu tabutun üstünde iki delik vardır. Yılanın ölümünden sonra da onu rahat bırakmadığına dair hikayeler anlatılır.


MISIR ÇARŞISI

Mısır Çarşısı Eminönü'nde Yeni Cami'nin arkasında ve Çiçek Pazarı'nın yanındadır.İstanbul'un en eski kapalı çarşılarından olan Mısır Çarşısı 1660 yılında Turhan Sultan tarafından yaptırılmıştır.Mimarı Kazım Ağa'dır.Çarşı son olarak 1940-1943 yılları arasında İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiştir.aktarlarıyla meşhur bu çarşıda halen tabii ilaçlar,baharat,çiçek tohumları,nadirbitki kök ve kabukları gibi eski geleneğine uygun ürünlerin yanısıra,kuruyemiş,şarküteri ürünleri, değişik gıda maddeleri yer satılmaktadır.Pazar günleri kapalıdır. 

kaynak:istanbul.gov.tr

AYNALIKAVAK KASRI

 

Aynalıkavak KasrıÜç yüzyıl boyunca Haliç kıyılarını süsleyen ve günümüzde Aynalıkavak Kasrı adıyla tanınan yapı, Osmanlı İmparatorluğu Döneminde “Ayanalıkavak Sarayı” ya da “Tersane Sarayı” olarak bilinen yapılar grubundan günümüze ulaşabilen tek örnektir.

İstanbul’u tanıtan tarihsel kaynaklardan, yörenin Bizans Döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeri olduğu anlaşılmaktadır. Haliç kıyılarından Okmeydanı ve Kasımpaşa sırtlarına doğru gelişen bu büyük bağ ve koruya; İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak padişahlar da ilgi göstermiş ve Osmanlı İmparatorluk Tersanesi’nin Kasımpaşa’da kurulup gelişmeye başlamasıyla birlikte yöreye “Tersane Has Bahçesi” adı verilmiştir.

Buradaki yapılaşmaların tarihi, Sultan I. Ahmed Dönemine (1603-1617) dek inmektedir. Tarihsel süreç içinde çeşitli padişahların yaptırdığı kasırlarla gelişen ve “Tersane Sarayı” olarak anılan bu yapılar topluluğu; 17. yüzyıldan başlayarak “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırılmıştır.

Saray bütünü içinde yer alan ve Sultan III. Ahmed Döneminde (1703-1730) yaptırıldığı sanılan Aynalıkavak Kasrı, Sultan III. Selim Döneminde (1789-1807) yeniden düzenlenmiş ve bugünkü görünümünü kazanmıştır. Yapı; Divanhanesi, Beste Odası ve bu mekânların pencerelerini dolanan Yesarî’nin talik hattı ile yazılmış, Kasrı ve III. Selim’i öven, dönemin tanınmış şairleri Şeyh Galib ve Enderunî Fazıl’a ait şiirleriyle 18. yüzyıl mimarlık örnekleri arasında özel bir yer almaktadır.

Deniz cephesinde iki, kara cephesinde tek katlı kütlesiyle Osmanlı klasik mimarlığının son ve ilginç yapılarından biri olan Kasır; süsleme açısından da çağının beğenisini yansıtmakta, Aynalıkavak Kasrıözellikle besteci Sultan III. Selim Dönemi kültürünün pek çok öğesini bünyesinde barındırmaktadır. Öyle ki, bu kültürün başlıca simgeleri olan sedir ve sedirimsi kanepe, mangal kandil gibi mobilyalarla döşeli olan odalar, bugün yok olmuş bir yaşam biçiminin görünümlerini sergilemektedir.
 
Günümüzde bir müze-saray olarak ziyarete açık tutulan Aynalıkavak Kasrı’nın zemin katı, Sultan III. Selim’in besteci özelliği de göz önünde tutularak, Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunan görsel kaynaklar ve kimi kurum ve kişilerin armağan ettiği çalgıların bir araya getirilmesiyle “Türk Çalgıları Sergisi” mekânına dönüştürülmüştür. Kasrın bahçesindeyse, özellikle yaz aylarında konuklara yönelik kafeterya hizmetleri, klasik Türk Sanat Müziği örneklerinin seslendirildiği Aynalıkavak Konserleri ile ulusal ve uluslararası nitelikte resepsiyonlar verilmektedir.

kaynak:istanbul.gov.tr

DOLMABAHÇE SARAYI

 

Dolmabahçe Sarayı

Dolmabahçe Sarayı, Avrupa sanatı üslûplarının bir karışımı olarak 1843-1856 yılları arasında inşa edilmiştir. Sultan Abdülmecit’in mimarı Karabet Balyan’ın eseridir. Osmanlı Sultanlarının her devirde birçok sarayı bulunurdu. Ancak esas saray Topkapı, Dolmabahçe Sarayının tamamlanmasından sonra terk edilmiştir. Dolmabahçe Sarayı 3 katlı, simetrik planlıdır. 285 odası ve 43 salonu vardır. Denizden 600 metrelik bir rıhtımı, kara tarafında ise birisi çok süslü 2 abidevi kapısı vardır. Bakımlı ve güzel bir bahçenin çevrelediği bu sahil sarayının ortasında, diğer bölümlerden daha yüksek olan tören ve balo salonu yer alır.

Sarayın giriş tarafı Sultanın kabul ve görüşmeleri, tören salonunun diğer tarafındaki kanat ise harem bölümü olarak kullanılmıştı. İç dekorasyonu, mobilyaları, ipek halı ve perdeleri ve diğer tüm eşyası eksiksiz olarak, orijinaldeki gibi günümüze gelmiştir. Dolmabahçe Sarayı mevcut hiçbir sarayda bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Duvar ve tavanlar devrin Avrupalı sanatkârlarının resimleri ve tonlarca ağırlığında altın süslemeleri ile dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda her şey aynı renk tonuna sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parke ile kaplıdır. Meşhur Hereke ipek ve yün halıları, Türk sanatının en güzel eserleri, birçok yerde serilidirler. Avrupa ve Uzak doğunun ender dekoratif el işi eserleri sarayın her yerini süslerler. Pırıl, pırıl kristal avize, şamdan ve şömineler sarayın pek çok odasında güzelliklerini sergilerler. Dünyadaki saraylar içerisinde en büyük balo salonu buradakidir. 36 m. Yüksekliğindeki kubbesinden ağırlığı 4.5 ton olan devasa kristal avize asılı durur. Önemli siyasi toplantılarda, tebrik ve balolarda kullanılan bu salon, önceleri alttaki, fırına benzer bir düzen ile ısıtılırdı. Saraya kalorifer ve elektrik sistemi daha sonraları eklenmiştir. 6 Hamamdan Selamlık bölümündeki, eşi olmayan, güzel oymalı alabaster mermerleri ile dekorludur. Büyük salonun üst galerileri orkestra ve diplomatlar için ayrılmıştı.

Uzun koridorlar geçilerek varılan harem bölümünde, sultan yatak odaları ve sultanın annesinin bölümü ile diğer kadın ve hizmetkârların bölümleri bulunmaktadır. Sarayın kuzey eklenti bölümü şehzadelere tahsis edilmişti. Girişi Beşiktaş semtinde olan yapı Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet vermektedir. Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün İstanbul ziyaretlerinde ikametgâh olarak kullanılan sarayda en önemli olay 1938’de Atatürk’ün ölümüdür. Halkın ziyaretine açık tutulan Atatürk’ün naşı buradan Ankara’ya gönderilmişti. Halen saraydaki saatler bu büyük Türk’ün anısına ölüm saatinde durdurulmuştur. Dolmabahçe sarayı haftanın belirli günlerinde ziyarete açık olup, görülmesi şart olan İstanbul hazinelerinden bir diğeridir.                                     kaynak:istanbul.gov.tr



TOPKAPI SARAYI

 
 
 
Topkapı Sarayı
İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1460 - 1478 yılları arasında yaptırılan ve zamanla yeni eklemelerle genişletilen Topkapı Sarayı, yaklaşık 380 yıl imparatorluğun yönetim merkezi ve padişahların evi olarak kullanılmıştır. Dolmabahçe Sarayı'nın yapılmasından sonra terk edilen Saray, önemini her zaman korumuştur. Sultan I. Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde özel izinle Saray'ın bazı bölümlerin ziyarete açıldığı bilinir.
 
Dünyada günümüze gelebilmiş sarayların en eskisi ve genişi Topkapı Sarayıdır. Atatürk’ün emri ile 1924 yılından beri müze olarak kullanılmaktadır. Konumu Halic’i , Boğaziçi’ni ve Marmara denizi gören, çok gözel manzaralı, İstanbul’un ilk kuruluş yeri olan bilinen akropol tepesidir. Tarihi İstanbul üçgen yarımadasının en uç noktasında, 5 km.yi bulan surlarla çevrili, 700.000 m2 özel araziye sahip bir kompekstir. İstanbul’un fethini 1453’te gerçekleştiren genç Fatih Sultan Mehmet, İmparatorluk tahtını bu şehre taşımıştı.

 
 
  Bugün 14 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı!
 
 
Copyright © 2007-2008|Powered By Mc_Dracula iletişim kur Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol